Filistin 101 (Direniş Dersliği)

Bu yazı dizisi decolonizepalestine.com adresinden Kaldıraç International (https://twitter.com/intkaldirac) tarafından çevrilmiştir.
Filistin sorunun tarihi ve kökeni hakkında bilgi vermek üzere hazırlanmıştır.

Tarih Boyunca Filistin

Filistin’in uzun ve engin bir tarihi var. İlk defa 3000 yıl önce yazılan eski Mısır tabletlerinde Peleset olarak belgelenen, Akdeniz ile Ürdün nehri arasındaki bu bölge, pek çok farklı insan için pek çok farklı anlamlara sahip oldu.

Filistin çağlar boyunca onlarca kültür, krallık ve imparatorluğa ev sahipliği yaptı. Asur ve Nebati’den Fars ve Roma’ya kadar birçok uygarlık, bölgeye özgü zengin bir kültür ve uygarlık birikiminden etkilenmenin yanı sıra bu birikimi etkiledi de. Bu kadim etkiler, bugün hala Filistinlilerin kullandıkları deyimlerde, sözcüklerde ve coğrafi isimlendirmelerde hissedilebiliyor. Filistinlilerin çağdaş tarımsal uygulamalarının kökenleri, Filistin’i ve bereketli hilal olarak adlandırılan toprakları kendine yurt edinen ve tarımı icat etmekle tanınan halklardan biri olan Natufyanların yaşadığı MÖ 9.000’lere kadar izlenebilir.

Devam etmeden önce, Filistin hakkında konuşurken bir Filistin ulus devletinden bahsetmediğimizi vurgulamak önemli. Tarihin çok büyük bir kısmında ulus devlet kavramı yoktu. Bugün ulus devlet o kadar yaygındır ki çoğu kişi onu doğal birşey olarak içselleştirmiştir. Ancak durum böyle değil ve modern anlayışlarımızı içerisinde mantıksız olacakları bir bağlama koymamamız gerek. Örneğin atalarımızı, günümüzde var olan ülke sınırlarına az çok benzeyecek şekilde bir bölge üzerinde özel mülkiyeti olan; kapalı, iyi tanımlanmış, değişmeyen türdeş bir grup olarak hayal etme dürtüsünün tarihte hiçbir temeli yoktur. Ne yazık ki bu, birçok gerici etno-milliyetçi ideolojinin temel efsanesidir.

Başka yerlerde olduğu gibi, binlerce yıl boyunca krallıklar kurulup dağıldı, dinler ortaya çıktı, kutsal olan ve olmayan savaşlar yapıldı, insanlar yaşadı, birbirine karıştı, taşındı ve öldü. Başka bir deyişle, tarih meydana geldi.

Bu makale, Filistin tarihinin ayrıntılarını incelemeyi amaçlamıyor, aslında bu konu üzerine kitaplar yazılabilir ve yazılmakta da. Ancak bu girişin amacı daha ziyade, modern Filistin sorununa zemin hazırlayan siyasi bağlamı tanımlamaktır.

Osmanlı İmparatorluğu idaresinde Filistin

Mercidabık Savaşı’nda (1516) Memlüklerin kesin yenilgisinin ardından Doğu Akdeniz bölgesi Osmanlı ordularına açıldı. Osmanlı birkaç ay sonra Kudüs’e girecek ve Filistin tarihinin 400 yıldan fazla süren en uzun dönemlerinden birini başlatacaktı.

Kudüs, dinsel ve tarihsel önemi nedeniyle Osmanlı gözünde önemli bir yere sahipti. Hükümdarlıklarının başlangıcından itibaren, Kanuni Sultan Süleyman tarafından dikilen göz alıcı duvarlar gibi, Kudüs mimarisinin ve topografyasının temelini oluşturacak, geniş ve görkemli inşaat projeleri gerçekleştirildi.

Osmanlılar, tarihi boyunca Filistin’i çeşitli siyasi konfigürasyonlara ve bölünmelere ayırdı. Bunlardan sonuncusu, Filistin’in 3 bölgeye (Sancaklar) bölündüğü 1887’de geldi: Kudüs, Nablus ve Akka. Kudüs Sancağı, Osmanlılar için o kadar önemliydi ki, doğrudan Konstantinopolis (daha sonra İstanbul) tarafından yönetilecekti.

Bu üç sancağın o zamanki nüfusu, büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olan yaklaşık 600.000 kişiydi. Nüfusun yaklaşık yüzde 10’unu Filistinli Hristiyanlar oluştururken, Yahudi Filistinlilerin sayısı 25.000 civarındaydı ve bunlar çoğunlukla Kudüs, Hebron, Safad ve Tiberya’da bulunuyordu.

Osmanlıdaki Millet sistemi ve bunun çeşitli tezahürleri, dini ve etnik azınlıklara belirli bir derecede özerklik sağlıyordu. Bu sistemin ciddi kusurları vardı; kapsamı ve toleransı farklı yöneticilere, sosyal ve ekonomik koşullara bağlı olarak güçlenip zayıflayabiliyordu, buna karşın Avrupa kıtasında çeşitli dini gruplar doğrudan zulüm ve pogromlarla karşı karşıyaydı.

Filistin’deki sayısız dini grup arasındaki ilişkiler genellikle istikrarlı ve barışçıldı, bin yılı aşkın bir süredir birlikte yaşam ve sıkıntıların paylaşılması ile bu ilişkiler beslendi. Örneğin, Kudüs’ün Yafa Kapısı’ndaki yazıtta, Müslümanlar gibi Hıristiyan ve Yahudi Osmanlıların da İbrahimî bir dini geleneğin parçası olarak kabul edildiği bir selamda “Allah’tan başka Tanrı yoktur ve İbrahim onun dostudur” yazmaktadır. Filistinli Müslümanlar, belki de benzeri olmayan bir şekilde, Yakup’un oğlu Reuben gibi Yahudiliğin kutsal adamlarının ve peygamberlerin onuruna dini bayramları kutlama alışkanlığındaydılar. Aynı tutum Hıristiyan Filistinlilerde de var, örneğin günümüzde bile Kutsal Kabir Kilisesi’nin anahtarlarını geleneksel olarak Müslüman bir aileye emanet ederler.

Bununla birlikte, herhangi bir imparatorlukta olduğu gibi, barış ve refahın yanı sıra zorluk ve savaş dönemleri de vardı. Osmanlı imparatorluğunun ömrünün sonuna doğru zor dönemler daha çok yaşanmaya başlamıştı. Avrupa tarzı milliyetçiliğin ortaya çıkması ve Osmanlı devletinin zayıflamasıyla çeşitli etnik gruplar ve topluluklar arasındaki ilişkiler yıpranacaktı. Osmanlı yönetimine karşı isyanlar oldu ve Filistin, Daher al-‘Umar’ın önderliğinde bir süreliğine özerklik bile kazanmayı başardı, ancak sonunda Konstantinopolis tarafından ezilecekti. Bu gerilimler daha sonra Jön Türk Devrimi ve çeşitli Osmanlı vilayetlerini Türkleştirme çabalarının artmasıyla daha da artacaktı.

İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinden sonra nihayet çökecekti ve nüfusunu oluşturan çeşitli halklar -bazıları Osmanlılara karşı Müttefiklerin yanında yer aldı- bağımsızlığa ve kendi ulus devletlerini kurmaya yöneldi. Bu çaba, elbette, halklar bir imparatorluğun egemenliğinden diğer birçok imparatorluğun egemenliği altına girerken engellenecektir.

Bu dramatik çöküşün son birkaç on yılı boyunca, bir Avusturya-Macaristan düşünürü olan Theodor Herzl, Filistin tarihini sonsuza dek değiştirecek yeni bir siyasi hareketin tohumlarını atıyordu. 

Siyonist Hareket

1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongrede Avrupa’nın her yerinden 200’ün üzerinde delege vardı. Kongre programı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması ve oradaki Siyonistlerin yerleşimini koordine etmeye başlama çağrısında bulundu. Siyasi Siyonizmin kurucusu ve Siyonist kongrenin başkanı Herzl’e göre bu, “Yahudi sorununa çözüm oluşturacak ve Yahudi halkını zulümden kurtaracaktır.

Öncesinde Filistin’e yerleşmiş Hibbat Zion gibi başka Siyonist ve proto-Siyonist hareketler varken, Siyonist kongre kolonizasyon çabalarını ilk defa merkezi ve etkili bir şekilde organize etti ve düzenledi.

O halde Siyonizm, Filistin’de Yahudi çoğunluğa sahip bir Yahudi ulus devleti kurulmasını isteyen yerleşimci-sömürgeci bir siyasi harekettir. Elbette buradaki mesele, Filistin’de zaten yerleşim olmasıdır. Yerli Filistinli Araplarla ne yapılacağı sorusu, bu insanların rıza ya da zorla kaldırılması konusunda fikir birliği olsa da, Siyonist hareketin ilk tartışmalarının çoğunun odak noktasıydı. Nitekim, yerli nüfusun önemli miktardaki çoğunluğunu yerinden etmeden Filistin’de bir Yahudi çoğunluk devleti kurmanın bir yolu yoktu.

Siyonizme yerleşimci-sömürgecilik dediğimizde, çok özel bir fenomenden bahsediyoruz. Yerleşimci sömürgecilik, klasik sömürgecilikten farklıdır, çünkü yerleşimci sömürgeciliği, varlık bulmak için yalnızca başlangıçta ve geçici olarak bir imparatorluğa güvenir. Çoğu durumda, sömürgeciler onları destekleyen imparatorluktan bile değildirler ve başlangıçta tam da onların hayatta kalmalarını sağlayan destekçiyle savaşırlar. Diğer bir fark ise, yerleşimcilerin yalnızca bu yeni toprakların kaynaklarına değil, aynı zamanda topraklara da ilgi duymaları ve bölgenin içinden kendilerine yeni bir vatan çıkarmalarıdır.

Modern zamanın Siyonistleri, Siyonizm’in sömürge ideolojisi olarak adlandırılmasından irkilebilirler, ancak ilk günlerde Siyonist hareket, bir sömürgecilik biçimi olarak varlığı konusunda şaşırtıcı derecede dürüsttü. Örneğin, Herzl 1902’de adı çıkmış sömürgeci Cecil Rhodes’a, Britanya’nın “sömürge genişlemesinin” önemini anladığını iddia ederek şunları yazıyordu:

“Tarihin yazılmasına yardım etmeniz için davet ediliyorsunuz,” diye yazdı, “Bahsettiğim Afrika değil, Küçük Asya’nın bir bölümü; İngilizler değil, Yahudiler. Öyleyse, nasıl olur da bu sizinle alakası olmayan mesele söz konusuyken size yazıyorum? Gerçekten nasıl? Çünkü bu sömürgecilikle ilgili bir şey. “

Vladimir Jabotinsky de yine adı çıkmış “Demir Duvar”ında (1923) şöyle belirtiyordu:

“Araplarla gönüllü bir uzlaşma, şimdi veya gelecekte söz konusu bile olamaz. Halihazırda insanların yaşadığı bir ülkeyi kolonileştirmek istiyorsanız, arazi için bir garnizon sağlamalı veya sizin adınıza bir garnizon sağlayacak bir zengin adam veya hayırsever bulmalısınız. Ya da, sömürgeleştirmenizden vazgeçin, çünkü bu sömürgeleştirmeyi yok etme ya da engelleme girişimlerini fiziksel olarak imkansız kılacak bir silahlı kuvvet olmadan, sömürgeleştirme imkansızdır, zor değildir, tehlikeli değildir, ama İMKANSIZDIR!… Siyonizm bir sömürgeleştirme serüvenidir ve bu nedenle silahlı kuvvet sorunu onun varlık-yokluk sorunudur. İbranice konuşmak … önemlidir, ama maalesef ateş edebilmek daha da önemlidir – aksi takdirde ben kolonicilik oynamayı bırakıyorum.”

Bu alıntılar sadece buzdağının görünen kısmıdır, ancak bu alıntıları cımbızla çekip çıkardığımızı ve bağlam dışı pasajları seçtiğimizi düşünüyorsanız, sizleri bu insanların orijinal yazılarını okumaya davet ediyoruz. “Siyonizm bir sömürge macerasıdır” cümlesinde farklı bir anlam bulmaya çalışmak için yalnızca yapabileceğiniz çok fazla zihin jimnastiği var.

Bu noktayı daha da ileri götürmek için kurulan ilk Siyonist bankanın adı ‘Yahudi Sömürge Vakfı’ idi ve tüm faaliyeti ‘Filistin Yahudi Sömürgeleştirme Derneği’ ve ‘Yahudi Teşkilatı Sömürgeleştirme Dairesi’ tarafından desteklendi.

Siyonist hareketin Filistin’e yerleşimci göndermeye başlaması ve Filistin’in tamamını ele geçirmek amacıyla bir dayanak noktası oluşturması an meselesiydi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı yenilgisi ve Filistin’in İngiliz mandası haline gelmesi, bu amaçları gerçekleştirmelerine olanak tanıyan altın fırsattı. Bu konu bir sonraki giriş makalesinde derinlemesine tartışılacaktır. 

Filistin Mandası

Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından, Osmanlı imparatorluğu dağıldı ve bölgeleri çeşitli Avrupalı sömürge güçleri arasında bölündü. Doğu Akdeniz bölgesinde Filistin ve Ürdün İngilizlerin, Suriye ve Lübnan ise Fransızların mandası altına girdi. İngilizler 1917’de Kudüs’e girdi ve Filistin 1922’de resmen manda oldu. 

Filistin, “A Sınıfı” bir manda olarak kabul edildi; bu, geçici olarak bağımsız kabul edilebilecek kadar gelişmiş altyapıya ve idari yeteneklere sahip olduğu anlamına geliyordu, ancak yine de tam bağımsızlığa hazır kabul edilene kadar müttefik kuvvetlerin kontrolü altında olacaktı. Elbette bu asla gerçekleşmedi.

Filistin mandası, Siyonist hareketin amaçlarına ulaşması için altın bir fırsat sağladı. İngilizler, Siyonist hedeflere Osmanlılardan çok daha duyarlıydı ve daha önce Filistin’de “Yahudi halkı için bir ulusal yuva” kurulmasını vadeden Balfour Deklarasyonu’nu yayınlamışlardı:

“Majesteleri’nin Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir yurt kurulmasına olumlu gözle bakmaktadır ve bu amaca ulaşılmasına yardımcı olmak için elinden geldiğince çaba gösterecektir; Filistin’de hâlen mevcut Yahudi-olmayan halkların toplumsal ve dinî haklarına ya da Yahudilerin diğer ülkelerdeki hak veya politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı net bir şekilde anlaşılmalıdır.”

Lord Balfour’un bu yüce sözlerine rağmen, tüm dünyada insanları katleden bir sömürge imparatorluğu diğerkâmlık yaptığını iddia ettiğinde iş değişmiyor. Britanya, tarihsel olarak ezilen Yahudi halkının kötü durumuna yönelik gerçek bir sempatiye sahip değildi; daha ziyade, Siyonist harekette, Doğu Akdeniz ve Süveyş’teki İngiliz çıkarlarının gerçekleştirilebileceği bir mekanizma gördüler.

Balfour Deklarasyonu ve İngiliz valilerin desteğiyle cesaretlenen Siyonist hareket, sömürgeleştirme çabalarını hızlandırdı ve Filistin’de Yişuv adlı geçici bir proto-devlet kurdu. Yişuv’un İngilizlerle ilişkisinde iniş çıkışlar yaşanırken, İngilizler Siyonistlere gelişmelerini sağlayacak açık ve zımni sponsorluk sağladı. Bu arada, herhangi bir Filistin hareketini veya örgütü sert bir şekilde bastırırken, mandanın sonunda yüzlerce Filistin köyünün ve mahallesinin fethine ve kitlesel yıkımına olanak tanıyan Siyonist genişlemeye göz yumacaklardı.

Bunlar, Filistinlilerin etnik temizliği ve toplumlarının silinmesi yoluyla nihayetinde İsrail’in kurulmasıyla sonuçlanacak koşullar ve olaylardır. Bir sonraki makale, Siyonist özlemlere, bölünmeye, Filistin’in manda yönetimi süresinin son yıllarına, 1948 savaşına ve İsrail’in kökeninin ilk günahı olan Nakba’ya odaklanacak.